Bu haftaki ders varoluşçuluk kuramı ile ilgili
okumalarımızın devamı olan Eisner’ın ve Flinders’ın makaleleri üzerine
yorumlarımızı paylaşarak ve varoluşçuluğu aslında keşfetmeye çalışarak geçti
denilebilir. Fatma Hoca’nın dersinde başında paylaştığı Muzaffer Şerif’in
sosyal psikoloji deneyi oldukça önemli bir paylaşımdı. Kişisel olarak da sosyal
psikoloji, her daim dikkatimi çeken en keyifli okumalarımı yaptığım alanlardan
biri oldu. Bu alanlar-uygulamalardan elde edilen sonuçlar seçimlerde,
savaşlarda, ekonomide ve elbette programların oluşum sürecinde kullanılıyor.
Aslında bizi farkında olmadan ya da bilinçli bir şekilde yönlendiren, bir
eğitim programının nasıl oluştuğunu, bu programlardan toplumsal ve insanı
olarak beklentilerimizi şekillendiren çok önemli verileri bize sunuyor.
“Robbers Cave” deneyinde de bunun bir örneğini incelemiş olduk. Benzer arka
plana sahip (ırk, din, dil vb.) belli yaş gruplarındaki çocukların kendi
kültürel özelliklerini nasıl yansıttıklarını, onları varoluşsal özelliklerinin
dışarıdaki bir yönlendirici tarafından nasıl şekillendirildiğini bize gösterdi.
Her iki gruba da ortak bir amaç çerçevesinde birlikte
hareket etmelerini sağlamak, bir bağ oluşturmak ve bunu güçlendirmek için bir
bayrak, simge, marş, slogan vb. oluşturtuluyor (Spor takımları, siyasi
partiler, okullar vb. hepsi aynı uygulamayı yapar.). İlk zamanlarda grupların
birbirleriyle iletişimi işbirliğine ve motivasyona dayalıyken deneyi
oluşturanların gruplara rekabete dayalı, sonunda bir kazananın olduğu oyunları
dahil ettiğinde işler değişiyor ve grubun kendi içindeki bağı artarken diğer
gruba karşı düşmanlık, öfke vb. duygular beslemeye başlıyorlar. Bu duyguların
düzeyi arttıkça ve duygu şeklinde kalmayıp şiddete de dönüşünce bu kez deneyi
uygulayanlar insan olmanın, var olmanın önemini ön plana çıkaran her iki grubu
da ortak şekilde etkileyecek sorunlar yaratıyorlar. Bu sorunların birlikte hareket üstesinden
geliyorlar. Ayrıca olumlu duyguları yeniden canlandırmak için hazırlanan
birlikte vakit geçirme (film izletme, aynı otobüsle bir geziye gitme vb.)
düzeneğinde grupların yine ayrı iki grup özelliği taşıdıkları yine benzer
duyguları yansıttıklarını görüyoruz. Yani bir olumsuz duyguları oluşturmanın ne
kadar kolay, olumlu duygu yaratmanın bir o kadar zor olduğunu, eğitim açısından
düşündüğümüzde aslında karşımızdaki öğrencilerle iletişimimiz için de bence
önemli bilgiler sunuyor. Bu deney tüm alt metinleriyle bence ayrıntılı şekilde
incelenmesi gerekir. Acaba bizler programlar yoluyla ayrışmaları
meşrulaştırıyor muyuz? Bu programların uygulayıcısı ya da yapıcısı olarak bunun
ne kadar farkındayız? Rekabetçiliği, girişimciliği nasıl kazandırıyoruz? Bu
becerileri kazandırmaya çalışırken bir taraftan istemediğimiz hangi tutumları
geliştiriyoruz? Alt metinleri okuyabiliyor muyuz? Sadece bu deney yüzlerce
incelemeye değer veri veriyor bize, sadece program değil tüm yaşantımıza
dokunacak bilgiler bunlar. Bu bölümdeki derslerimizden bir tanesinin de mutlaka
sosyal psikoloji ile ilgili olması gerektiğini düşünüyorum.
Eisner’ın ve Flinder’ın makalelerinde en çok
etkilendiğim bölümleri, kendi yaşantı ve yorumlarımı paylaşmak istiyorum.
Okulda geçirdiğimiz vakit dünyada en çok birlikte vakit geçirmekten
hoşlandığımız, en çok sevdiğimiz insanlarla geçirdiğimiz vakitten daha fazla.
Okulu sevmeliyiz çünkü eğer sevmezsek bu kocaman süre dayanılmaz ve çekilmez
hale gelir ve tüm bu olumsuz yaşantılarımızı tüm eğitim süreçlerine
genellemememize neden olabilir. Bu süre içinde öğrencilere öğretilmek üzere
okulun belirlediği ve toplumla paylaştığı açık hedefler vardır ve bu açık
hedefler sayesinde toplumdaki bir birey bu eğitimle nasıl mezun olacağını,
hangi bilgi, beceriye sahip olacağını bilir. Ancak bu bilinçli olarak sunulan
programların alt metinlerinde toplumla açık olarak paylaşılmamış ama bir okul
kültürünü oluşturan, bu kültürü öğrencilerin devam ettirmesini sağlayan
tutumları da (örtük program) kazandırır. Kendi örgün eğitim yaşantımızı
düşündüğümüzde kaçımız onca yıl boyunca öğrendiğimiz tüm bu bilgileri ya da, bu
bilginin ne kadarını hatırlıyoruz? Bilgilerimizin ne kadarı kalıcı hale geldi,
bir davranışa, beceriye dönüştü? Ancak örgün eğitim hayatımız boyunca hatırladığımız
ve derin izleri olan aile, iş, arkadaşlık yaşantılarımıza yansıttığımız bir
sürü tutum geliştirdik (rekabet, işbirliği, zaman yönetimi, sadakat, empati,
özen, düzen, özerk birey vb.) ve bunların çoğu bilinçli ya da bilinçsiz biçimde
örtük programlar sayesinde oldu.
Değinilen diğer bir konu gözden kaçan programdır.
Aslında bilerek programlara dâhil edilmeyenler ve ulusal-evrensel değerleri -
ki bunlarında belirlenme yolu ve kapsayıcılığı ayrı bir tartışma konusu
oluşturmaktadır- düşündüğümüzde önceliği olanların dışında kalanlar olarak
ikiye ayırabileceğimizi düşünüyorum. Bugün okullarda ne öğreteceğimizin
belirlemesinde büyük CEO’ların, önemli şirketlerin, dinsel düşüncelerin,
rejimin vb. rolü var. Programlara nelerin dâhil edilmediğini belirlediğimiz
noktada (Bunlara sadece akademik bilgiler değil entelektüel ve duygusal
süreçler de dâhildir.) sormamız gereken bazı sorular karşımıza çıkıyor. Neden?
Bu bilgi kimin işine yarayacak ya da yaramayacak?
Nelerin dâhil edilmediğini belirlemek de kolay bir
süreç değil. Belki değişen siyasal yaşantılar önceki ve sonraki programları
karşılaştırarak bilgilerin bir kısmını belirleyebiliriz ancak tüm dâhil
edilmeyen akademik bilgileri belirlemek derin bir bilgi anlayışını, entelektüel
ve duygusal süreçleri belirlemek iyi alt metin okumayı, eğitim politikası
bilgisini, iyi bir siyaset ve tarih bilgisini vb. noktaları da gerektirir.
Eisner “Okullarda gençlere sunulan eğitim büyük ölçüde
geleneklere bağlıdır. Geleneklerin beklentileri vardır, öngörüler yaratır ve
istikrarı sürdürür.” Bunu kim istemez? Öğretmenlerin de aslında bunu kendi
çıkarına uygun gördüğü söylenebilir. Programa hâkim olmadığı farklı bir alandan
bilgi koymak o alanı tanımayı öğrenmeyi gerektirir peki öğretmen gerçekten bunu
istemekte midir?
Son olarak Flinders’ın makalesinde geçen “İnsanın
mükemmeliyetini çoklu şekillerde kucaklayamaz mıyız?”, Programlar bunu yapamaz
mı? Varoluşçuluğu temel alan bir eğitim programının asıl sorması gereken soru
budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder