Radikal Eğitim Programı (1) - Yazar: Yalçın Çetinkaya


Geçen haftaki tartışma konumuz; görmezden gelinen, yokmuş gibi davranılan ve sorunları önemsenmeyen gruplar için değişim çabasında olan radikal yaklaşımdı. Yeniden kavramsallaştırma dönemini tartışırken de değindiğimiz gibi programlar aynı zamanda birer politik metindir; radikal kuramcılar eğitim programlarının özellikle bu yönü ile ilgilenmektedirler. Radikal anlayış ne öğretileceğinden daha çok kimin bilgisinin öğretileceğine odaklanmaktadır. Resmi programlar ve dolayısıyla null program birilerinin tercihleri ile oluşur; radikal programcılar bu tercihlerin kime ait olduğunu, kimlerin görüşlerini barındırdığını, kimler için yapıldığını anlamaya çalışmayı önemli bulur. Bunu ben de çok önemli buluyorum; çünkü bu sayede “neye dönüştürülmek” istendiğimizin bilgisine de ulaşabileceğimizi düşünüyorum.  

Kendi programlarımızı incelediğimizde ağırlıkla “nötr” görünen bir tavırdan bahsedebiliriz sanırım. Ancak “kadını” ve kadına yapılan ayrımcı davranışları bu söylemin dışında tutmak zorundayız. Programlarımızın kadının yeri olarak evi gösterdiğini, evlenmeyi, anne olmayı istendik olarak sunmaya çalıştığını, bunun için de bazen açık, bazen de örtük mesajlara başvurduğunu söyleyebiliriz. Kadınların toplumsal dönüşümü sağlayacak birincil -dolayısıyla en tehlikeli- kitle olduklarına inanıyorum. Bu gücün farkında olan ve bundan korkan akıl elbette kadının bilinçlenmesi ve aydınlanmasını istemeyecektir. Bu nedenle, kadına karşı nötr bir yaklaşımın barındırdığı riskleri göze almak ve işini şansa bırakmak yerine, toplumdaki kadına yönelik algının programlarla pekiştirilmesi bana hiç şaşırtıcı gelmemektedir. Kadınları dışarıda tutarsak, dezavantajlı konumlarıyla göze çarpan diğerleri için (Aleviler, Romanlar, yoksullar, gaylar vb.) programlardaki nötr tutum daha net görülebilmektedir.

Diğerleri başlığı altında toplayabileceğimiz gruplara programlarımızda neredeyse hiç rastlamıyoruz, programlar tarafından yok sayılıyorlar ve problemleri görmezden geliniyor. Peki programlarda ezilenlerin bilgisinin bulunmaması ne demektir? Programların nötr olmasının sonuçları nelerdir? Bu durum programların yansız olduğu anlamına gelmekte midir? Aslında hayır; bir programın yansız olması gücü elinde tutandan yana olduğunu işaret etmektedir. Resmi programlarımız -tıpkı sistematik programlar gibi- apolitik olduğu ve herkese eşit fırsatlar sunduğu iddiasında olsa da aslında ezilenlerin bilgisini yok sayarak egemen anlayışa destek olmakta ve ezilenlerin mevcut durumlarını meşrulaştırmaktadır. Kısacası tarafsız görünümlü eğitim programları meydana getirdikleri etki nedeniyle politik bir duruştan bağımsız değildirler.

Eğitim programları ile ekonomi arasındaki ilişkiye sıklıkla değindik, tartıştık. Ancak eğitim sadece toplumların ekonomik açıdan refaha ulaşmasını sağlamak için var değildir; eğitim toplumları politik, sosyal ve kültürel açıdan da iyileştirmelidir ve herkesi, her bireyi kapsayacak nitelikte olmalıdır. Null programlarımızı inceleyecek olsak, içeriğin bir kısmını baskılanmış kitlelerin sorunlarının, uğradıkları haksızlıkların ve korkularının oluşturduğunu görebiliriz. Resmi programlarımız bu haliyle “diğerlerinin” farkına varılmasına, anlaşılmalarına ve önemsenmelerine imkan tanımıyor. Benzer şekilde programlarımızın ezilenlerin bilinçlenmesini, özgürleşmesini sağlaması da mümkün görünmüyor. Böylece tüm bunlar çatışmaların ve çözümsüz gibi duran tartışmaların yaşandığı yere -okul dışına- bırakılıyor. Aklıma eski Türk filmlerinde sıkça rastladığımız “fakir ama mutlu”, “zengin ama mutsuz” insanlar geldi. Fakirlerin iyi ve mutlu, zenginlerin kötü ve mutsuz göründüğü bu filmlerin yoksulların kontrol altında tutulmasına destek olduğunu ve göründükleri kadar masum olmadıklarını düşünüyorum; bu filmler verdikleri mesajlarla insanları tüm yoksun oldukları şeylere rağmen mutlu olabileceklerine inandırmaya çalışmaktadırlar. Örnekler kolaylıkla çoğaltılabilir çünkü baskın olanın bilgisine yoğun bir biçimde, çok çeşitli kanallardan sürekli olarak maruz kalıyoruz. Düşüncelerimiz egemen olanın istediği şekilde biçimleniyor ve toplumsal uyanış asla mümkün olmuyor. Ezilen de durumunu kabulleniyor, normalleştiriyor ve herhangi bir direniş göstermiyor. Eğitim programlarımızdaki sessizlik de baskın ideolojilere destek olarak, üzerine düşeni yerine getiriyor. Ancak her şeye rağmen süregelen bu işleyişi kırmak ya da en azından bir şeyleri değiştirmek olanaksız değildir.

Programların geliştirilmesinde dikkate alınmayan, son derece “yüklü” programlar ve hesapverebilirlik süreçleriyle zihnen ve bedenen meşgul edilen öğretmen halen değişimi tetikleyecek en önemli ajandır. Hareket alanının daralmasına sebep olan tüm bu kısıtlamalara rağmen, öğretmenlerin sınıflarında özerkliklerinin bulunduğu gerçeğini unutmamalıyız. Sınıfında sahip olduğu özerklik, toplumun gerçek problemlerini gören öğretmene inisiyatif alabilme olanağı tanır. Ancak, nelerin öğrenilmesine veya öğrenilmemesine aracılık ettiğinin farkında olmayan bir öğretmenin özerkliği bu anlamda yarar sağlamayacaktır düşüncesindeyim. Öğrencilerin bilinçlenmesinden önce, öğretmenin bu anlamda duyarlık kazanması ve ezilenlerin sorunlarını içselleştirmesi gerekir. Bunun için de başlangıç noktasının öğretmen eğitimi, yerinin ise Eğitim Fakülteleri olduğuna inanıyorum. Eğitim Fakültelerinde bir şeyler yapılmalıdır; bu da öğretmenlerden önce öğretmen eğitimcilerinin inisiyatif almasını gerektirmektedir.

Radikal yaklaşımın öncülerinin, örneğin Paulo Freire’nin, doğrudan programı işaret etmediğini konuşmuştuk. Ancak ben bunu çok önemli bir eksiklik olarak nitelendirmiyorum. Freire “ezilenlerin pedagojisini” sosyal, siyasi ve ekonomik çelişkilerin kavranması ve insanların ezilmesine neden olan koşullara karşı harekete geçilmesi şeklinde açıklayarak, ne yapılması gerektiğini söylemektedir. Bence temel problemimiz; -bizi tamamen sarmalayan sistematik anlayışın etkisiyle- yapılması gerekenin söylenmesini yeterli bulmuyor ve nasıl yapılacağının adım adım formüle edilmesini bekliyoruz. Bu olmadığında, yani doğrudan uygulamaya dönük aşamaları göremediğimizde tedirginlik yaşıyor ve bence işin özünden uzaklaşıyoruz. Esas olan, kuramcıların bıraktıkları entelektüel mirasları anlamaya çalışmak ve kendi bağlamlarımızın dinamiklerini göz ardı etmeyerek, bu birikimi programlarımıza yansıtmaya çalışmaktır. Eğer istenirse radikal kuramın öğretileri herhangi bir konu alanının içerisinde uygun etkinliklerle verilebilir. Örneğin Freire yoksul yetişkinlere okuma-yazma öğretirken, uyguladığı yöntemlerle okuma-yazmayı öğretmeyi teknik bir işlem olmaktan çok başka bir yere taşıyabilmiştir. Bizler de toplum içerisinde var olan “diğerlerinin” yaşadıkları problemleri görünür kılıp, gücü elinde tutan ve kendi bilgisinin aktarılmasını isteyenlere karşı durabilir, öğrencilerimizin aydınlanmasını sağlayacak etkinlikler geliştirebiliriz.

Toplumlar sadece bireylerden değil, aynı zamanda birtakım birlikteliklerden de oluşmaktadır. Bazen tercihlerimiz, bazen yaşamın doğal akışı sonucunda, ama bazen de birilerinin eliyle çeşitli gruplar içerisinde kendimizi buluyoruz. Farklı gruplar çoğu kez karşı karşıya geliyor ve bir çatışma kaçınılmaz oluyor. Birleşemiyoruz, bir araya gelemiyoruz ve ayrışmalarımız zamanla meşrulaşıyor, normalleşiyor. Normalleşme öyle bir boyuta erişiyor ki, örneğin kadının yediği dayağı gerekçelendirmeye çalışırken buluyoruz kendimizi, Müslüman olmayanları dinsiz olarak nitelendiriyoruz ya da yakılan bir travestiye neredeyse seviniyoruz. Ne yazık ki programlarımız toplumsal dönüşümü gerçekleştirme kaygısından oldukça uzak görünüyor. Oysa eğitim programları bir yandan toplumda kendisini temsil edebilen, öte yandan diğerlerini etiketlemeyen, dışlamayan, ezmeyen ve ezilmeyen bireyler yetiştirilmesi amacında olmalıdır. Nazım Hikmet “Davet” şiirinde tüm meseleyi özetlemiş aslında; “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine”. Bizim programlarımız her ikisini de gerçekleştiremiyor gibi görünüyor ne yazık ki.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder