Geçen
haftaki tartışma konumuz; görmezden gelinen, yokmuş gibi davranılan ve
sorunları önemsenmeyen gruplar için değişim çabasında olan radikal yaklaşımdı. Yeniden
kavramsallaştırma dönemini tartışırken de değindiğimiz gibi programlar aynı
zamanda birer politik metindir; radikal kuramcılar eğitim programlarının
özellikle bu yönü ile ilgilenmektedirler. Radikal anlayış ne öğretileceğinden
daha çok kimin bilgisinin öğretileceğine odaklanmaktadır. Resmi programlar ve dolayısıyla
null program birilerinin tercihleri ile oluşur; radikal programcılar bu tercihlerin
kime ait olduğunu, kimlerin görüşlerini barındırdığını, kimler için yapıldığını
anlamaya çalışmayı önemli bulur. Bunu ben de çok önemli buluyorum; çünkü bu
sayede “neye dönüştürülmek”
istendiğimizin bilgisine de ulaşabileceğimizi düşünüyorum.
Kendi
programlarımızı incelediğimizde ağırlıkla “nötr” görünen bir tavırdan
bahsedebiliriz sanırım. Ancak “kadını” ve kadına yapılan ayrımcı davranışları bu
söylemin dışında tutmak zorundayız. Programlarımızın kadının yeri olarak evi
gösterdiğini, evlenmeyi, anne olmayı istendik olarak sunmaya çalıştığını, bunun
için de bazen açık, bazen de örtük mesajlara başvurduğunu söyleyebiliriz.
Kadınların toplumsal dönüşümü sağlayacak birincil -dolayısıyla en tehlikeli- kitle olduklarına inanıyorum. Bu gücün
farkında olan ve bundan korkan akıl elbette kadının bilinçlenmesi ve
aydınlanmasını istemeyecektir. Bu nedenle, kadına karşı nötr bir yaklaşımın
barındırdığı riskleri göze almak ve işini şansa bırakmak yerine, toplumdaki kadına
yönelik algının programlarla pekiştirilmesi bana hiç şaşırtıcı gelmemektedir. Kadınları
dışarıda tutarsak, dezavantajlı konumlarıyla göze çarpan diğerleri için (Aleviler,
Romanlar, yoksullar, gaylar vb.) programlardaki nötr tutum daha net
görülebilmektedir.
Diğerleri
başlığı altında toplayabileceğimiz gruplara programlarımızda neredeyse hiç
rastlamıyoruz, programlar tarafından yok sayılıyorlar ve problemleri görmezden
geliniyor. Peki programlarda ezilenlerin bilgisinin bulunmaması ne demektir? Programların
nötr olmasının sonuçları nelerdir? Bu durum programların yansız olduğu anlamına
gelmekte midir? Aslında hayır; bir programın yansız olması gücü elinde tutandan
yana olduğunu işaret etmektedir. Resmi programlarımız -tıpkı sistematik programlar gibi- apolitik olduğu ve herkese eşit
fırsatlar sunduğu iddiasında olsa da aslında ezilenlerin bilgisini yok sayarak
egemen anlayışa destek olmakta ve ezilenlerin mevcut durumlarını meşrulaştırmaktadır.
Kısacası tarafsız görünümlü eğitim programları meydana getirdikleri etki
nedeniyle politik bir duruştan bağımsız değildirler.
Eğitim
programları ile ekonomi arasındaki ilişkiye sıklıkla değindik, tartıştık. Ancak
eğitim sadece toplumların ekonomik açıdan refaha ulaşmasını sağlamak için var değildir;
eğitim toplumları politik, sosyal ve kültürel açıdan da iyileştirmelidir ve
herkesi, her bireyi kapsayacak nitelikte olmalıdır. Null programlarımızı inceleyecek
olsak, içeriğin bir kısmını baskılanmış kitlelerin sorunlarının, uğradıkları
haksızlıkların ve korkularının oluşturduğunu görebiliriz. Resmi programlarımız bu
haliyle “diğerlerinin” farkına varılmasına,
anlaşılmalarına ve önemsenmelerine imkan tanımıyor. Benzer şekilde programlarımızın
ezilenlerin bilinçlenmesini, özgürleşmesini sağlaması da mümkün görünmüyor.
Böylece tüm bunlar çatışmaların ve çözümsüz gibi duran tartışmaların yaşandığı yere
-okul dışına- bırakılıyor. Aklıma
eski Türk filmlerinde sıkça rastladığımız “fakir ama mutlu”, “zengin ama
mutsuz” insanlar geldi. Fakirlerin iyi ve mutlu, zenginlerin kötü ve mutsuz göründüğü
bu filmlerin yoksulların kontrol altında tutulmasına destek olduğunu ve göründükleri
kadar masum olmadıklarını düşünüyorum; bu filmler verdikleri mesajlarla
insanları tüm yoksun oldukları şeylere rağmen mutlu olabileceklerine
inandırmaya çalışmaktadırlar. Örnekler kolaylıkla çoğaltılabilir çünkü baskın
olanın bilgisine yoğun bir biçimde, çok çeşitli kanallardan sürekli olarak maruz
kalıyoruz. Düşüncelerimiz egemen olanın istediği şekilde biçimleniyor ve
toplumsal uyanış asla mümkün olmuyor. Ezilen de durumunu kabulleniyor,
normalleştiriyor ve herhangi bir direniş göstermiyor. Eğitim programlarımızdaki
sessizlik de baskın ideolojilere destek olarak, üzerine düşeni yerine
getiriyor. Ancak her şeye rağmen süregelen bu işleyişi kırmak ya da en azından
bir şeyleri değiştirmek olanaksız değildir.
Programların
geliştirilmesinde dikkate alınmayan, son derece “yüklü” programlar ve hesapverebilirlik süreçleriyle zihnen ve
bedenen meşgul edilen öğretmen halen değişimi tetikleyecek en önemli ajandır.
Hareket alanının daralmasına sebep olan tüm bu kısıtlamalara rağmen,
öğretmenlerin sınıflarında özerkliklerinin bulunduğu gerçeğini unutmamalıyız. Sınıfında
sahip olduğu özerklik, toplumun gerçek problemlerini gören öğretmene inisiyatif
alabilme olanağı tanır. Ancak, nelerin öğrenilmesine veya öğrenilmemesine
aracılık ettiğinin farkında olmayan bir öğretmenin özerkliği bu anlamda yarar
sağlamayacaktır düşüncesindeyim. Öğrencilerin bilinçlenmesinden önce,
öğretmenin bu anlamda duyarlık kazanması ve ezilenlerin sorunlarını
içselleştirmesi gerekir. Bunun için de başlangıç noktasının öğretmen eğitimi,
yerinin ise Eğitim Fakülteleri olduğuna inanıyorum. Eğitim Fakültelerinde bir
şeyler yapılmalıdır; bu da öğretmenlerden önce öğretmen eğitimcilerinin
inisiyatif almasını gerektirmektedir.
Radikal
yaklaşımın öncülerinin, örneğin Paulo Freire’nin, doğrudan programı işaret
etmediğini konuşmuştuk. Ancak ben bunu çok önemli bir eksiklik olarak
nitelendirmiyorum. Freire “ezilenlerin
pedagojisini” sosyal, siyasi ve ekonomik çelişkilerin kavranması ve
insanların ezilmesine neden olan koşullara karşı harekete geçilmesi şeklinde açıklayarak,
ne yapılması gerektiğini söylemektedir. Bence temel problemimiz; -bizi tamamen sarmalayan sistematik anlayışın
etkisiyle- yapılması gerekenin söylenmesini yeterli bulmuyor ve nasıl
yapılacağının adım adım formüle edilmesini bekliyoruz. Bu olmadığında, yani
doğrudan uygulamaya dönük aşamaları göremediğimizde tedirginlik yaşıyor ve
bence işin özünden uzaklaşıyoruz. Esas olan, kuramcıların bıraktıkları
entelektüel mirasları anlamaya çalışmak ve kendi bağlamlarımızın dinamiklerini
göz ardı etmeyerek, bu birikimi programlarımıza yansıtmaya çalışmaktır. Eğer
istenirse radikal kuramın öğretileri herhangi bir konu alanının içerisinde
uygun etkinliklerle verilebilir. Örneğin Freire yoksul yetişkinlere okuma-yazma
öğretirken, uyguladığı yöntemlerle okuma-yazmayı öğretmeyi teknik bir işlem
olmaktan çok başka bir yere taşıyabilmiştir. Bizler de toplum içerisinde var
olan “diğerlerinin” yaşadıkları problemleri görünür kılıp, gücü elinde tutan ve
kendi bilgisinin aktarılmasını isteyenlere karşı durabilir, öğrencilerimizin
aydınlanmasını sağlayacak etkinlikler geliştirebiliriz.
Toplumlar
sadece bireylerden değil, aynı zamanda birtakım birlikteliklerden de
oluşmaktadır. Bazen tercihlerimiz, bazen yaşamın doğal akışı sonucunda, ama bazen
de birilerinin eliyle çeşitli gruplar içerisinde kendimizi buluyoruz. Farklı
gruplar çoğu kez karşı karşıya geliyor ve bir çatışma kaçınılmaz oluyor. Birleşemiyoruz,
bir araya gelemiyoruz ve ayrışmalarımız zamanla meşrulaşıyor, normalleşiyor.
Normalleşme öyle bir boyuta erişiyor ki, örneğin kadının yediği dayağı
gerekçelendirmeye çalışırken buluyoruz kendimizi, Müslüman olmayanları dinsiz
olarak nitelendiriyoruz ya da yakılan bir travestiye neredeyse seviniyoruz. Ne
yazık ki programlarımız toplumsal dönüşümü gerçekleştirme kaygısından oldukça
uzak görünüyor. Oysa eğitim programları bir yandan toplumda kendisini temsil
edebilen, öte yandan diğerlerini etiketlemeyen, dışlamayan, ezmeyen ve ezilmeyen
bireyler yetiştirilmesi amacında olmalıdır. Nazım Hikmet “Davet” şiirinde tüm
meseleyi özetlemiş aslında; “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman
gibi kardeşçesine”. Bizim programlarımız her ikisini de gerçekleştiremiyor gibi
görünüyor ne yazık ki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder