Yeniden Kavramsallaştırma Dönemi - Yazar: Emine Kutlu


Üçüncü haftamızda 1970’lerde yeniden kavramsallaştırma akımıyla birlikte Amerika’da eğitim programları alanındaki paradigma değişiminin ne anlama geldiğini ve bu değişimi tetikleyen unsurların neler olduğunu tartıştık. Alan yeniden kavramsallaştırılmadan önce eğitim programları hedef davranışların, amaçların, planlamanın ve değerlendirmenin ön planda olduğu bürokratik ve işlemsel program geliştirme paradigması çerçevesi içinde ele alınıyordu ve programa bir izlence (syllabus), yani öğretmenlerin ne öğretmesi gerektiğinin çerçevesinin ve sıralamasının yapıldığı bir kılavuz, gözüyle bakılıyordu. Ancak 1960’lardaki Amerika ve dünyada yaşanan politik ve sosyal gelişmeler ve Sputnik’in ardından Amerikan eğitim sistemine ve programlarına yapılan müdahaleler alanın tabiri caizse biraz silkelenmesine ve bu dominant yaklaşımdan sıyrılmasına yol açıyor. Artık eğitim programları sembolik bir kavram olarak ele alınmaya başlanıyor ve daha derinlere inerek tarihsel, politik, ırksal, cinsiyetçi, fenomenolojik, otobiyografik, estetik, teolojik ve uluslararası yönleriyle ele alarak programı anlama paradigmasına geçiş yapılıyor. Daha sofistike, kuramsal ve felsefî olan bu paradigma ile eğitim programlarının sorgulanması, derinlemesine incelenmesi ve çözümlemesi yapılarak programın odak noktasının ne olduğu diğer alanlar (siyaset bilimi, sosyoloji, vb.) aracılığıyla keşfedilmeye başlanıyor. Derste pek üzerinde durmadık ama 1970’lerde yaşanan bu yeniden kavramsallaştırma sürecinin ardından Amerika’da 2000’lerden günümüze uzanan süreçte yeniden kavramsallaştırma sonrası (post-reconceptualization) dönem yaşanmakta ve hâlâ oluşum halinde olan bu süreçte yeni programlar yeni jenerasyonun karşılaştığı durumlar ve yaşadığı deneyimler çerçevesinde ele alınmaya başlanıyor.

Yaptığımız okumalarda ve dersteki tartışmalarımızda benim dikkatimi çeken nokta yeniden kavramsallaştırma ile birlikte eğitim programlarının “sembolikleştirilmesi” oldu. Slattery[1] yazısında da belirttiği gibi okullar akışkan ve karmaşık bir yapıya sahiptir ve her okulun kendine ait bir kültürü vardır. Bu yapısı sayesinde okullar programı deneyimlerler. Eğitim programlarını program geliştirme paradigması çerçevesinde ele aldığımızda okulların bu dinamizmini ve bağlamını göz ardı etmiş oluyoruz ve hepsine aynıymış/tekmiş gibi yaklaşıyoruz – ki böylesi bir yaklaşımla programın ne işe yaradığını ve bireyde ne gibi bir değişiklik yaptığını anlamak oldukça zor. Öte yandan, programı anlama paradigması çerçevesinde eğitim programlarını incelediğimizde, programın bireyler üzerindeki etkisini ve yansımasını çözümlemeye çalışıyoruz ve bunu yapabilmek için de programın belli bir kesitine (örneğin, cinsiyet eşitliğine) odaklanıyoruz. Bu durumda da eğitim programını, ele aldığımız boyutuyla (örneğin, toplumsal cinsiyet) bireyin yaşantısında ne olup bittiğinin sembolik bir gösterimi olarak değerlendiriyoruz. Yani, yeniden kavramsallaştırma öncesi somutlaştırılan, teknik çerçevesi çizilen ve takip edilmesi gereken bir kılavuz olarak görülen eğitim programını daha soyut bir kavram olarak ele alıp birey ve deneyimleri ekseninde çözümlemeye ve anlamlandırmaya çalışıyoruz.

Bizim derste tartıştığımız ve Bümen ve Aktan’ın[2] makalesinde belirtildiği gibi biz de ülkemizde eğitim sistemimizi etkileyen pek çok içsel ve dışsal krizlerle karşılaştık ve hâlâ da karşılaşmaya devam ediyoruz. Ancak bizde Amerika’da yaşandığı gibi bir yeniden kavramsallaştırma döneminin gerçekleştiğini söylemek pek mümkün değil.  Eğitim programlarıyla ilgilenen araştırmacılarımız hâlâ yöntem ya da prosedürlerle ilgileniyorlar, eğitim programlarını belli başlı modeller (örneğin, CIPP) çerçevesinde değerlendiriyorlar. Elbette ki programa asla böyle yaklaşılmamalı demiyorum ancak bu tür çabaların programı oldukça yüzeysel ve matematiksel – yani teknikleşmiş ve formüle edilmiş bir şekilde – ele aldığını düşünüyorum ve ortaya çıkan sonuçların birbirinin aynısı ya da çok benzeri olduğunu ve bunların ne programı ne de öğrencilerde bıraktığı etkiyi tam anlamıyla anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyorum.

Araştırmacılarımızın yeniden kavramsallaştırma gibi akımlara uzak kalmasının ve eğitim programlarını program geliştirme paradigması çerçevesinde teknik boyutuyla ele almasının iki önemli sebebi olduğunu düşünüyorum: eğitim sistemimiz üzerinde söz sahibi olmayışları ve programı başka boyutlarıyla ele alabilecek kadar donanımlı olmayışları. Ülkemizde eğitime ilişkin atılan adımlarda maalesef akademinin bir varlık gösterebildiğini göremiyoruz. Ne politikacılar kendilerini sisteme dahil etmek için bir adım atıyor ne de kendileri güçlü bir şekilde varlık göstererek sisteme yön verebiliyor. Eğitim sisteminin oluşturulması ve sisteme yön verilmesi bağlamında etkisiz eleman gibi görünen akademinin yeniden kavramsallaştırmadan uzak kalması kaçınılmaz diye düşünüyorum. Ayrıca eğitim bilimleriyle ilgilenen araştırmacılarımız (akademisyenler ve öğrenciler dahil olmak üzere) eğitim programlarını yeniden kavramsallaştırma çerçevesinde ele alabilecek yetkinliğe sahip değiller maalesef. Bunu yapabilmeleri için eğitim bilimlerinin yanı sıra felsefe, siyaset bilimi, sosyoloji gibi pek çok farklı alanda da yeterli bilgi birikimine sahip olmaları bunun için de çok okuyup çok etkileşimde bulunmaları gerekli. Ancak pek çoğumuz kendi çalışma alanımıza ilişkin okumalarımızı bile doğru düzgün yapmıyoruz, kendimizi yeterince geliştirmiyoruz. Dolayısıyla, yeniden kavramsallaştırma bizim zihnimizde bir “şema” olarak kalıyor ve uygulamaya geçmiyor. Eğitim Programları Anabilim Dalını (ABD) bu teknik yapıdan kurtarmak için lisansüstü eğitimin yeniden şekillenmesi gerektiğine inanıyorum. Mesela, anabilim dalımıza liberal arts education gibi bir sistem getirilebilir ve bu sistem çerçevesinde felsefe, hukuk ve siyaset bilimi, sosyoloji gibi insan ve toplum bilimlerini içeren diğer bilim dallarıyla iş birliği yapılarak temel (core) dersler oluşturulabilir veya bu alanlar bilimsel hazırlık kapsamında öğrencilere sunulabilir. Böylece bu alanlarda gerekli bilgi ve becerileri kazanmamız ve farklı alanlardan insanlarla iletişime geçerek farklı bakış açıları geliştirmemiz sağlanabilir. Aklıma gelen bir başka öneri de şu – tabi bu biraz uç noktada: Eğitim Programları ABD’de lisansüstü eğitim almak isteyen adaylara yukarıda bahsettiğim diğer alanların birinde eğitim görme zorunluluğu getirilebilir. Buna benzer bir sistem oluşturarak bu alanlara ilişkin gerekli bilgi ve beceri donanımını sağlarsak Bümen ve Aktan’ın makalesinde yer alan ve Apple’ın öne sürdüğü diğer alanlardan birtakım kavramları ödünç alma ve ithal etmeyi (ss. 1130) daha bilinçli ve yüzeysel olmayan bir biçimde yapabiliriz diye düşünüyorum.

Son olarak da derste yaptığımız Okul Öncesi Programına ilişkin tartışmaya kısaca değinmek istiyorum. Hem bu alanın dışında olduğumdan hem de kendi yaşantımda bunları henüz deneyimlemediğimden bu okullardaki durumdan pek haberim yoktu açıkçası. Ancak bireyin yaşamındaki en önemli dönemlerden biri olan okul öncesi döneminin böylesi bir “başıboşluk” – yani plansızlık ve denetimsizlik – içinde olması üzücü gerçekten. Bu konuda Eğitim Programları ve Okul Öncesi ABD’deki akademisyenlerin ortak bir çalışma yürüterek bu alana yönelik bir örgütsel yapı oluşturmaları gerektiğini düşünüyorum, böylece – iki alanın iş birliğiyle – bu alana yönelik boşluklar doldurulabilir, daha anlamlı bir eğitim yaşantısı kurgulanabilir.



[1] Slattery, P. (2006). Curriculum Development in the Postmodern Era. Taylor & Francis.
[2] Bümen, N. T., & Aktan, S. (2014). Yeniden kavramsallaştırma akımı ışığında Türkiye’de eğitim programları ve öğretim alını üzerine öz-eleştirel bir çözümleme. Kastamonu Eğitim Dergisi, 22(3), 1123-1144.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder