Bu haftaki tartışmalarımızı genel
olarak, “yeniden kavramsallaştırma” ihtiyacının arkasındaki itici güçler, yeni
anlayışın eğitim programlarına iliştirdiği anlam ve Türkiye bağlamında eğitim
programları alanında deneyimlenen ancak göz ardı edilen krizler olarak
gruplandırmamız mümkündür.
Derste yaptığımız tartışmalar
neticesinde, yeniden kavramsallaştırmanın kendiliğinden ortaya çıkan bir
paradigma olmadığını, bir dizi faktörün tetiklediği ihtiyacın karşılığı
olduğunu gördük. Rusların Sputnik’i uzaya fırlatmasının Amerika’da yaşattığı
sarsıntı, ülkede başlayan toplumsal uyanış/sokağın tepkisi ve diğer kültürlerin
bilgisinin gelmesi gibi dışsal krizlerin yanı sıra, doğrudan alanla ilişkili
içsel krizler de bu süreci hızlandırmıştır. Örneğin eğitim programı alanının
fazlaca bürokratik ve işlem yüklü olması, programın ideolojik bir olgu
olduğunun yadsınması ve bilimsel bir yaklaşımla geliştirilmiş programlarla
adaletin/eşitliğin sağlanabileceği yanılgısı gibi içsel krizlerin de
katkısıyla, bir başkaldırı olarak nitelendirdiğim “yeniden kavramsallaştırma”
kaçınılmaz hale gelmiştir.
Uzun yıllardır varlığını koruyan geleneksel
program anlayışının artık etkinliğini yitirmesi ve daha sofistike ve kuramsal
bir anlayışın doğmasını “yeniden kavramsallaştırma” olarak açıklayabileceğimizi
düşünüyorum. Bu değişimdeki en çarpıcı noktayı ise “eğitim programı geliştirme”
anlayışından, “eğitim programını anlama” yönelimine geçiş yapılması olarak değerlendiriyorum;
ilgimi en çok çeken kısmın bu olduğunu söyleyebilirim. Baskın ve geleneksel
anlayışta, eğitim sorunlarını çözmek için sıklıkla sorulan “nasıl” sorusunun
yerini artık “neden” sorusu almıştır. Yeniden kavramsallaştırmacı anlayış “nasıl
öğretmeliyim?” yerine “neden öğretmenliyim?” sorusunu daha fazla tercih ederek,
eğitim sorunlarının nedenleri üzerinde durulması ve bu bağlamda çözümlemeler
yapılmasını önermektedir. Eğitim
programları çözümlenmelidir; örneğin politik açıdan, kültürel açıdan, toplumsal
cinsiyet açısından ya da azınlıklar açısından. Programın bilimsel bir süreç izlenerek
hazırlanması, onun ideolojilerden arınık olduğunu göstermez. Neden sorusu
sorulmalı ve cevabı verilebilmelidir; ancak bunu yaptığımızda eğitim
programlarını anlamaya başlar ve sadece program geliştirme paradigması
tarafından kuşatılmaktan kaçınabiliriz.
Kendi bağlamımıza döndüğümüzde, Amerika’da
ortaya çıkan yeniden kavramsallaştırmanın ülkemizde karşılık bulmamasını,
alanın içsel ya da dışsal krizlerden yoksun olmasına bağlayamayız. Her şeyden
önce bizde de teknik anlayışın baskınlığını hala koruduğu açıktır. Eğitim
programcıların programların tasarlanma sürecindeki etkinlikleri de ortadadır,
karar vericiler programlar üzerindeki en güçlü sese sahiptirler ve farklı yorumlara
tahammülleri yok gibi görünmektedir. Sadece ilk ve ortaöğretim programları için
geçerli değildir bu durum; üniversiteler de benzer bir sıkıntıyı
deneyimlemektedirler. Akademisyenlerin kendi verdikleri dersler üzerindeki belirleyicilikleri
son derece sınırlıdır; YÖK’ün baskınlığı söz konusudur. Derste verdiğimiz diğer
örnekler olan Eğitim Bilimleri Fakültesi’nin Eğitim Programları ve Öğretim gibi
kapatılan bölümlerine karşı gösterilen tepkisizlik, okul öncesi eğitim programlarının
durumu, meslek lisesi programları üzerindeki iş dünyasının ağırlığı, kavram
yanılsamalarına ve bence gereksiz bir karmaşaya zemin hazırlayan alandaki dil
birliğinin yokluğu da tüm bunlara eklenebilir; ayrıca örnekler daha da
çoğaltılabilir. Dolayısıyla Türkiye’de alanda
krizlerin yaşanmadığını ve yeni bir bakış açısına ihtiyaç bulunmadığını
söylemek gerçekçi bir söylem olmayacaktır. Tüm bunlara rağmen, Amerika’da bir
dizi sebep yeniden kavramsallaştırma anlayışını doğurabilmişken, bizdeki hatırı
sayılır çeşitlilikteki krizlerin benzer neticeye ulaşamaması son derece
manidardır.
Alanda krizlerin her zaman olacağı
inancındayım. En iyimser öngörüyle; değişen koşulların sebep olduğu
yetersizlikler ve yeni ihtiyaçlar “krizler” olarak düşünülebilir. Önemli olan; bu
krizlerin değişime uzanan fırsatlar olarak değerlendirilebilmesidir. Ancak,
problemin altını çizmek ve onu görünür kılmaktansa, bugün olduğu gibi
yaşananları meşrulaştırır ve normalleştirirsek ya da etkililiği olan tepkiler
geliştiremezsek nitelikli bir dönüşüm söz konusu olmayacaktır. Problem
alanlarını yaratmalı, bunları doğru okumalı ya da okuyacak isteğe/cesarete
sahip olmalıyız. İşte o zaman yeniden kavramsallaştırmamız ve belki kendi
bağlamımıza özgü yaklaşımlar geliştirmemiz mümkün kılınabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder